26 Ağustos 2009 Çarşamba

Kırmızı Çizgiler ve Sezen

Bu aralar Sezen'in sesini duymak istemiyorum... Bunca senenin mükemmel söz yazarı, bestecisi, yorumcusu, bu şirin insan ne yazık ki mükemmel ileri görüşe ve cumhuriyet değerlerine sahip değilmiş. Hülya Avşar'ın dediği gibi: Ne biliyor da sanki Başbakanı arayarak destek veriyor?!" Çıkardım müzik setinden son iki CD'sini ve koydum kutusuna. İçimden dinlemek gelmiyor şu aralar. O benim kırmızı çizgilerimi ihlal etti. Ne kadar seversem seveyim bir yere kadarmış. Ki O'nu ne kadar sevdiğimi, nasıl hayatımın parçası olduğunu bilen bilir. Cidden kırgınım. Hayalkırıklığı, o bilmese de eminim birçok seveni bunu hissetmiştir benim gibi.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Ankara, Atatürk ve Ben :)

:) Bana ısrarla hala "Atatürk'ün İmzası" dövmesini yapmayan Ramon'a dır bu sözüm; şu aralar en çok yapılan dövme desenlerinden birisiymiş bu şık imza! Ama n'aptım ben gidip Anıtkabir'den kendime bir imza kolyesi aldım. Şimdi ruhum rahat ve Mavi Gözlü Dev'ime daha yakınım. Yetmedi 18. kol saatimi de aldım içinde yine O'nun imzası var, o da süper şık bir şey. Sahtelerini pazarda görmüştüm ama sağlamı ve orijinali Anıtkabir'de satılan.

Ankara'da geçen 2 günümde Sanço Panço adliyelerde iş peşinde koştururken ben ve ablası da Ankara'da geziniyorduk. Arabayı bıraka bıraka en emniyetli yer olarak zırlı duvarlarla ve dökme demir çit döşenmiş kaldırımlarla en iyi korunan konsolosluğun devamındaki sokağa parkederek 5 saat kadar yürüdük oralarda. Öyle bir ülkesi olmalı ki insanın, başka bir ülkedeki büyükelçilik binasında sıradan bahçe duvarları olmalı, hani şöyle 70 cm.i aşmayan duvarlar olmalı, gençler üzerinde çekirdek çıtlatarak sohbet edebilmeli. Bilmeli ki herkes 'Bu ülkenin kimseye zararı dokunmamıştır ve barışsever ülkedir, bu nedenle bahçe duvarları da sıradan bir sınır için kullanılmaktadır' :))

AOÇ'ye de gittik. Hayvanat bahçelerini sevmem, çocukken yeterince gezdim zaten. O nedenle direkt olarak Ata'nın çiftlik evine gittik, sade bir ev. Yine de bugünkü birçok evden daha zevkli döşenmiş, konsol, ayna, lambalar... Mutfakta bakır tepsiler, ibrikler... Ata'nın sigara tabakası... Antika olarak sevdiğim şeyler yani. Tüm Ankara'da şarıl şarıl sular akarken minik havuzlarda, neden Ata'nın çiftlik evinin önündeki çok güzel heykelin havuzunda tek damla su yoktu, bunu soracak birisini bulamadım etrafta?

AOÇ'nin meşhur dondurmasını yine "beyaz" olandan yedim. Mado'ya, Hacıbey'e alışmış damağım için biraz tuhaf geldi AOÇ'nin beyazı. Tanımlayamadığım bir tat farkı vardı ama çok hafif bir tat farkı. "Süttendir" dediler. Güzeldi. Şarabını almayı da ihmal etmedim tabii buranın.

Buraya gideceklere tavsiyem, hayvanat bahçesinin karşısındaki Fabrika'dan şarap, meyva suyu almaya çalışmakla vakit kaybetmemeleri. Oradan sizi satış reyonuna yönlendiriyorlar ki o da neredeyse 1 km ötede gibi geldi bana yürürken sıcakta. Gazi istasyonunun alt geçidinden geçerek sola dönerseniz yine 50 m ötede sağda Süt Fabrikası'nın yanında bulunan reyondan en ucuz şekilde tüm ürünleri alabilirsiniz. Araçla ise soldaki hemzemin geçidi geçerek gidilir. Süt ürünleri çok çeşitliydi ama bunu başka şehire taşımak için buz kutusuna koymak gerekir.

Burasının geliştirilmesi ve ürünlerinin pazarlanması için profesyonel bir ekip gerektiğine inanıyorum. Bu ürünlerin ve bize miras bu çiftliğin hakkı verilmeli.

TBMM'yi de gezdik, içeri fotoğraf makınasını sokmadılar. Ama cep telefonlarının ne denli gelişmiş olduğunu önemsemiyorlar demek ki. Ayrıca zaten insan burada hatıra fotoğrafı dışında ne çekebilir ki? Meclisin ceylan derili büyük toplantı salonu çok sade bir yerdi. TV'de gördüğüm kadar görkemli değildi. Kendimi nedense oraya ait hissedemedim.

Kaldığımız öğretmenevi İLKSAN Genel Müdürlüğü'nde sabah kahvaltısında Samanyolu TV ve Kanal 7 izlemeye meraklı çayocağı sorumlusu yüzünden güne hayretle ve ibretle başladım. Yanımdaki abla zat bunu farkedip, bayat ekmek ve kokmuş domatesten oluşan kahvaltı tabağına uzanırken sessizce "Sakın bi'şey deme!" diye uyarıda bulununca bana bir gülme geldi:)

Velhasıl yazacak çok şey varken burada kesiyorum. Son sözüm: Anıtkabir'in çimenlerine bir klübe kondursam da orada yaşasam ne güzel olurdu, orada "bazı"larına şifa gibi gelen bir tılsım var yemin ederim! :)












12 Ağustos 2009 Çarşamba

Şibumi, Uzakdoğu Savaşçıları ve Ben

Roman kahramanımız Nicholai Hel. Yarı Rus, yarı Alman asıllı koyu bir Amerikan düşmanı. Şanghay'da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş; bir Japon bilgesinden de 'Go' oyunu öğrenmiş. Bask dili dahil yedi dili ana dili gibi konuşuyor. Plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları da edinmiş. Üstün düzeydeki 'yakın algılama' yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen bu profesyonel terörist avcısı, terörcü, korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı, günün birinde emekli olarak yaşadığı şatosundan çıkıyor; amansız ve acımasız bir dövüşe katılmak üzere... Böyle bir konusu var kitabın.

Ben 1993 baskısını okumuştum, Ramon ile aramda devamlı gidip gelen bir kitap. Sonradan Ramon'a beni bu kitapla tanıştırdığı için teşekkür babından tüm Trevanian'ları tek tek almıştım. (Katya'nın Yazı, Hesaplaşma, İnfazcı, İnci Sokağı, Yirminci Mil, Masaba, Ölüm Dansı...) Zamanında bunu Güzide'ye de önermişim, gittiği tatilde iki günde yalamış yutmuş bitirmiş:) Herkes denize girerken o elinde Şibumi ile güneş yüzü görememiş. Peh, iyi kitap işte budur. Şu "Kitap en iyi arkadaştır" sözü de işte böyle kitaplarda "Kitap bir tutkudur, eline yapışır"a dönüşebilir. Şimdi tekrar okumayı düşünüyorum ben de. Kitaplarla ilişkim zaten Oscar Wilde'ın dedği gibi: "İnsan bir kitabı birkaç kez okumayacaksa o kitabı hiç okumasa da olur" şeklinde. Dön dolaş Montaigne'nin denemelerini elimden düşürmediğime göre. Neyse ki Küçük Prens'i satır satır ezbere biliyorum da elimde taşımam gerekmiyor. 'Aslında ne kıt ve kör bir yaklaşım' diye düşünmeyin, yeniliklere ve yeni kitaplara da açığım, ama işte bazı güzellikler de rafta değerini hiç yitirmeden parlıyor. Bu arada diğer kitaplarıni da aynı hevesle okusam da, belirgin bir Trevanian tadı hepsinde olsa da Şibumi başka bir şey, bence bir başyapıt. Diğerlerini oku geç ama Şibumi böyle değil, rafında mutlaka olsun isteyeceğin bir değer.

Kimisi için zekice kurgulanmış roman zevki ile tanımlanırken bu kitap, ben de başka gizli düğmelere dokundu. Savunma sanatlarına ilgimden dolayı bir kurşun kalemle bir adamı öldürebilmek bilgisini önemsedim. Saldırmam asla kimseye, ama bir dergiyi iyice büküp rulo haline getirerek kendimi savunabilecek olmak bilgisi de beni mutlu etti. Tehdit altında filan da değilim ama hobi işte:)

Bir roman olmasa da Beş Çember Kitabı (Yazan: Miyamoto Musashi) da benim için bir "devamlı okunacak" hayati kitaptır. Bu bilgilerle insan kendini geliştirmeli, birgün birisi sırtını yerine getirmek isterse uzakdoğu öğretilerinin beyninin aldığı kadarıyla bile rahatça savaşabilirsin, istifini bozmadan tüm düşmanlarını bertaraf edebilirsin. Savaşçı, maceracı bir ruhun ve aklın varsa tabii:) Otobüste yer seçerken bile güzergah ile güneşin durumunu ayarlayarak oturuyorsan, gün doğumunuda düello randevusu olan bir şovalyenin kendini yerleştireceği avantajlı konumunu da biliyorsun demektir. Ve birkaç ajan kitabı da okuduysan etrafında dikkat çekecek herşeyi algılayabilirsin, bir de tabii aynalı güneş gözlüklerinle yanındaki arkadaşını biktırana kadar "Şu anda nereye bakıyorum ben, haydi bil?" oyununu oynamayı seviyorsan etrafı ajan gibi keserken aslında nereye baktığını da kimse bilemez:) Şehirde kendi kendime ajancılık oynuyorum bazen, kimse bilmiyor ama ben eğleniyorum. Birgün belki benim, sevdiklerimin ya da hiç tanımadığım masum insanların işine yarar bu bilgiler kimbilir.

Nereden nereye geldik, bu bloğun amacı da bu zaten; günbatımı içkisi gevezelikleri! Öyle akıyoruz işte:)

2 Ağustos 2009 Pazar

Gökçeada'da 4 gün 255 km

Kaldığımız yer sabah, günbatımı ve gece panoramik manzarası ile çok güzeldi.
Yakamoz Motel. Yukarı Kaleköy'de. http://www.gokceadayakamoz.com/ adresinden bakabilirsiniz. Güzel bir aile işletmesi Latif Bey ve iki oğlu Selçuk'la Deniz'in güleryüzlü ev sahibi yaklaşımı da kaydadeğerdi.

Bu adaya gelirken hemen hemen herkes melankolik ve kasvetli bir ada olduğunu söylediginde ada daha da ilgimi çekti. Koskoca ada ne kadar melankolik olsa da sonucta guzel bir Ege adası olmalıydı. İklim ve bitki örtüsü tanıdık olmalıydı. Yanılmamışım. Çok güzel bir doğası ve eski köyleri olan adaydı. Arada karşıma çıkan DSİ'nin baraj göletini bile sevdim.

Beni bu adada bazı şeyler çok şaşırttı, birisi bu kadar büyük ve güzel köylerden oluşmuş bir adanın neden hala turizm ve şarapçılık için özel olarak desteklenmediği ve bu kadar bakımsız bırakıldığı, birilerinin bundan utanması gerek. Kuzu Limanı'nda gemiden adaya ayak bastığımızda paslı ve bakımsız bir iskele meydanı ile karşılaştığımda 'Bu adada yaşasam elime alır bir kutu boya ve giriş parmaklıklarını boyardım' diye düşündüm. Adada ilk düşündüğüm bu oldu, adadan ayrılırken son düşündüğüm ise 'Bu güzel ada özellikle mi
ihmal ediliyor, bakımsız bırakılıyor, adalılar mı tembel ve cahil?' oldu. Bu adada cidden tuhaf bir bakımsızlık var. Bozcaada iskele meydanı ne denli güzel ise burası o denli çirkin. İşte yukarıdaki fotoğraf çorak ve bakımsız Kuzu Limanı İskelesi'nin gemiden görüntüsüdür.

İnternette bulduğum haritayı referans alarak gezdik ve çok işe yaradı. Adada kaldığımız
yerden yani Yukarı Kaleköy'den, diğer
uca gitmek için her defasında 30 km yol aldık. Adalarda rüzgarın yönüne göre de
nizin sakin olduğu koyları tespit edebilme alışkanlığım olduğundan diğer uçtaki Gizli Liman'a iki gün gittik, denizi, kumu ve genişliği ile çok güzeldi. Şemsiyemiz ve şezlongumuzu
5 tl'ye kiraladık. Bu sahilde çok fazla günübirlikçi vardı. Sahilin arkasında yolun karşısında bir minik büfe var ama temiz görünmedi gözüme. Yine yolun karşı tarafında bir duş var halka açık
o güzeldi. Yandaki resim bu sahilden.

Yine rüzgarı hesap ettiğimiz bir başka gün Aydıncık sahilinde Sörf Okulu'nun önünden girdik. Benim için burası soyunma kabini, arkada restoranı, şezlongu, şemsiyesi, etrafımda sörfçülerin çağdaş görüntüsü ve hizmetiyle gayet düzgün bir yerdi. Belliydi ki adada evi olanlar aslında burada takılıyorlar. Şezlonglar arasında konuşmalar ve gidip gelmelerinden anladım. Burada günbatımı biramı da içtim. Beş çayımı da içtim. Bu adada böyle güzel bir işletme olması beni mutlu etti. Denizi yine kumlu ve güzeldi. Şemsiye ve şezlonga 6 tl verdik.

Buranın arka taraflarında Tuz Gölü var, önceki
gün oradan da eksik kalmayalım ve belki dizimdeki menisküs zedelenmesine de iyi gelir diyerek o bataklık kokulu göl tabanından bacaklarıma simsiyah çamuru sürdüm. Sonra eğlenmek için arap bacı olayım diye yüzüme de
sürünce o pis kokunun üzerimden 2 gün çıkmadığını sandım. Bence bunu asla denemeyin
işe mişe de yaramaz bu turistik yaklaşımla.
Haa düzenli sürersin, üzerinde kurutursun, birkaç gün o tuzlu kara çamurla periyodik yaşarsın belki işe yarar ama bu haliyle denemek gerekmiyor, çok kötü kokuyor. Vazoda unutulmuş çiçek suyu gibi!

Tepeköy'deki adanın tek rum meyhanesine gitmek istedik (Yorgo'nun yerine) ve gündüz köyü gezerken oralarda biraz takıldık. Sonra da çok iyi ve güvenli araba kullanmamıza rağmen "Sanço Panço" ve ben alkollü olarak gece bu köyün çok virajlı ve tek araba geçebilecek genişlikteki (ve de yerden metrelerce yuksekte, bariyersiz) yollarından dönmek istemediğimize karar verdik. Gündüz bile tehlikeli bir yoldu. Böylece bu rum meyhanesi sevdamızdan vazgeçtik. Şarapları tattım ama ağız tadıma uygun bulmadım, şarap yaşayan birşey ve hassas bir konu, herkesi memnun etmek imkansız. Ben hala Bozcaada Corvus Karga veya ortalama Talay Şaraplarının tadını seviyorum.

Zeytinliköy'e geçtik. Madam'ın Yeri'nde dibek kahvemizi içtik, Madam'ın oğlunun söylediğine göre dibek kahvesi sakızlı olmazmış, sakız erirmiş. Bu durumda karşı köşesindeki başka bir madam nasıl olup da "sakızlı dibek kahvesi" satabiliyor anlamış değilim. Fotoğraf çekme meraklısı ama bir o kadar da makinayı kullanamayan, önerilerimi dinlemeyen ve üstelik de her yerde hemen çişi gelip kıvranmaya başlayan Sanço'ya o kadar sinirlendim ki kendimi bu köyden dışarı attım. Zaten Orhan Karatay'ın yerinde dondurma için külah olmaması da beni sinir etti, mecbur muyum orada oturarak dondurma yemeye karasineklerle boğuşarak.

En beğendiğim ve oturabileceğim köy olarak Zeytinliköy'ü seçtim şimdilik. Bir tek Bademli Köy'ü görmedim ama seneye bi daha gözatacağım adaya zaten:) Evet Zeytinliköy veya Kaleköy'de yaşayabilirim. Kaleköy'deki motelimizin manzarasındaki minik koyu ve dalgakıran civarındaki 3-5 restoranı da begendim. Ada içinde 255 km yol katetmişiz, bu ada arabasız veya motorsikletsiz gezilmez.