2 Ekim 2012 Salı

Gözönünde olmayanlar kalpten de kaybolur mu?

Alex'in bizi bırakmasına da üzüldüm, komutanların çakma delillerle hapislerde yatmasına da, yeğenimin
tüm resimlerinin odamdan çalınmasına da...

Ama bunları yapanların "bilmedikleri" şeye daha da şaşırıyor insan; birisi veya birilerinin sevenlerinin gözü önünden yok edilmesi ile kalplerden yokedilmesi arasında hiçbir ilişik yok ki?!

Ne Alex'e sevgimiz biter, ne komutanlara saygımız ve sevgimiz zedelenir ne de yegenimle sevgi ilişkim kopar. Çünkü hepsi karşılıklı sevgiler.

Bunun bazı insanlar tarafından bilinememesi beni çok şaşırtıyor. Herkes "Küçük Prens" okusa belki dünya çok daha kalbiyle gören insanlara kavuşurdu, belki de kavuşamazdı bu bir iç yetenek meselesi.

Bu konuda ayrıca yazmalıyım:)



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Facebook kullanmayanların özgürlüğü ne olacak?

Yaa işte soru tam da bu! Facebook kullanmayanların özgürlüğü nasıl korunacak?
Bunu bugüne kadar düşünmemiştim çünkü etrafımda Faceebook kullananlar bağımlısı değildiler henüz. Henüz akıllı telefonlar da çıkmamıştı. Ben ise iletişim düşkünü olduğumdan Face'e 2007'de girmiş, 1 hafta kalmış ve sonra buradaki karanlık, korkunç geleceği görmüş çıkmıştım. Tabii çıkılamadığını da sonra öğrendim, sadece dondurmuşum.

Sorun değil, oraya aldığım her nefesi, gezdiğim her yeri, görüştüğüm herkesi yazanlardan olmayacağım için gerçek kimliğimi dondurmuş olmam önemli değil. Zaten sonra Julia'nın oyun merakına eşlik edebilmek için uyduruk bir nickname ile aleme dahil oldum. Yine de kendimi orada saymıyorum, sadece gelen geçene bakıyorum:)

Ama bu olayı hayatını canlı canlı internete adamak şeklinde algılayan kitle çoğaldıkça ben rahatsız olmaya da başladım. Çemberim daralıyor bunu farkettim. 

Çaresini ise şöyle buldum; öncelikle beni gerçek ismimle etiketlemelerini engelledim. 

Sonra da bazı zamanlarda, bazı yerlerde Face'e kendini anında sunma bağımlısı olan kişilerle birarada olmamam gerektiğini anladım. Ne kadar denetlesen, ne kadar uyarsan (bir tür bağımlılık olduğu için) hayatını yayınlamaya engel olamayan kişilerin beni de bu Matrix'e çekmelerine kendim engel olmak zorundayım demek ki. 

Herkesin yaptığını yapmaya mecbur olmadığım için, isteğim ve kontrolüm dışında internette hayatımdan kareler paylasmak istemediğim için heryere herkesle gidemeyecegimi anladım. 

Ve bu davranışımı kimsenin de anlayamayacağını düşünerek. Herkes çığ gibi yuvarlanarak Face içinde karadeliğe düşerken yapabileceğim tekşey onları izlemek. Çekip çıkarmak imkansızken ancak insan kendisini koruyabilse ne ala.


11 Nisan 2012 Çarşamba

Mira heyecanı devam ediyor...

Sanço ile birbirimizden habersiz olarak pazar günü programımıza 'Bugün gideyim de Mira'yı bi göreyim' duygusunu sokabiliyorsak bu Mira meselesi aldı yürüdü demektir:) Gaz kesmiyoruz!

Olan Angelina'ya oluyor, devamlı eve giren çıkanlar... Ama O da keyifleniyor bebeği sevildikçe. Brad ekstra mesaiye kalarak bebek bezi parası kazanırken O gün biz Mira'nın altını 3 kişi değiştiriyorduk. Tam bir bez doldu derken ardından gelen hardal rengi ve kıvamındaki şahane bebek kakası Sanço'nun yüreğine indiriyordu. Sanço hala bebeğin banyo yaptırılışına veya altının değiştirilişine alışamadı.. Mazallah eline versek bu işleri yapsın diye, düşüp bayılacağından korkarım. Ama belli de olmaz insanoglu, dünyada bir Mira bir bizim Sanço kalsalar cengaver kesilirdi tabii bebeği korumak için.

2 Nisan 2012 Pazartesi

"Dostum, mimozalar ve ben. Bahtiyarım..."

İsmimi bir ay için değiştirdim: Ada Nisan. Adım soyadım bu bir ay böyle anıla! :)

Hiç uzatmayalım, hikaye etmeyelim. Nazım Hikmet'in şiirine gönderme yapalım:
"Toprak, güneş ve ben. Bahtiyarım." diye biten şiirine. "Dostum, mimozalar ve ben. Bahtiyarım."

Not: Sırt çantamdaki mimozalar bizzat ağaca çıkarak topladıklarım, hoş bir manzara:)

23 Mart 2012 Cuma

Sürpriz tam da budur: Hoşgeldin Mira!

Kimseler bana güzel ve şaşırtıcı bir sürpriz yapamıyor diye hayıflanarak ömrümü tüketirken dün birileri beni öylesine şaşırttı ki saatler sonra bile şaşkınlığım devam ediyor:)

Dün öğleden sonra... Sanço aradı ve yeğeninin bize bir sürprizi olduğunu, akşam onlara gideceğimizi söyledi. Yeğeni Angelina ve eşi Brad (burada gerçek isim kullanmamak prensibimden dolayi böyle anılacaklar) genç evli bir çift. Bunların sürprizi de olsa olsa Angelina'nın hamile olması olur değil mi? Ben de öyle sandım değilmiş. Espiri olarak "O zaman Brad hamile!" dedim, o kadar emindim; yeni evlilerin sürprizinde birisi degilse diğeri hamileydi! :)

O da degilmiş! O zaman insanın aklına kedi köpek aldıkları geliyor ki Sanço bu durumdan hiç hazetmedi. Ama bu da degilmiş, ben artık son olarak şunu aklımdan geçiriyordum "O zaman evlerine Nintendo Wii gibi bir oyun aldılar bizi de ekranda tenis oynayalim diye çağırıyorlar, ama neden haftasonu değil? Hee tabii haftasonu da arkadaşları ile oynarlar" kendi beynimin düz mantığında bu kadar ileri gidebildim. Araba kullanmakta olan Sanço buna sessiz kaldı. Bir yandan da 'Acaba başka bir ülkeye göçmen olarak başvurdular da öyle bir sonuç mu geldi? Ama insan buna da bu kadar sevinmez ki aslında' diye düşünüyordum.

Sonra gideceğimiz yere vardık, arabayı parkettik. Zili çaldık, kafam karışık, Sanço sessiz... Kapı açıldı, Angelina telefonda bizi hemen içeri almadı eşikte bekletti biraz. Gülümsüyor telefonda, Brad'in anneannesi ile konuşuyor. Sonra bizi içeri aldı, ilk gördüğüm salonda aile büyüğü hanımlar ve Sanço'nun abisi yani Angelina'nın babası... Allah allah bu nasıl iş?! Hiç Nintendo ortamı yok burada?! Merhaba, merhaba salona girdik... Hala birşey anlamış değilim ve ortam o kadar da saçma geliyor ki bana 'ne yani aile toplantısı gibi bir durum.' Kafamdan geçiyor hızlıca birşeyler; 'Bir ortamda çoklukla aile büyükleri varsa eğlence yoktur, o zaman benlik birşey de pek yok. Geri dönelim'... 'Ne işimiz var burada , sürpriz nedir? Bir kedi için insan bu kadar büyüğü toplar mı evine n'olmuş burada tanrım n'oluyoruz?' Düşünüyorum çok hızlıca!

Sonra Angelina kucağıma battaniyesine sarılı bir minnacık bebek bıraktı. Salak salak baktım, bir yandan da anlamaya çalışıyorum ama anlayamıyorum. 'Eee bebek işte ne var, kimin ki bu ayrıca bana ne aileden bir uzak akrabanın bebeğinden.. Sürpriz nerede hani?' diye düşünüyorum ama Angelina diyor ki "Bak bebeğimiz geldi! Bizim bebeğimiz geldi" La havle! Ben hala anlamıyorum şakanın sırası mı şimdi? Sürpriz nerede, bana ne bebekten!

:) Ve sonra defalarca sorup teyid aldıktan sonra nihayet anlıyorum ki evet onların bebegi... 1.5 aylık Mira, 1 yıllık uğraşma sonucunda bizimkilerin evlat edindikleri ilk çocukları!.. İşte bu nedenle Angelina ve Brad isimlerini burada kullandım. Bizim memlekette bu kadar radikal karar alarak bir bebeği evlat edinmek her insanın beyin ve ruh seviyesine uygun iş değildir. Bu nedenle gençleri tebrik ettim durdum.. Bu çağdaşlık, bu güzel yaklaşım... Bunu herkesten, aile büyüklerinden 1 sene saklayarak uğraşmak ve 21 Mart günü bebeğini resmen teslim almak. İlk gördügünde bebeğinle aranda ruhsal bir bağ kurmak... Bu süreci dinlemek inanılmaz zevk verdi bana. Mira da o kadar güzel bir bebek ki. Hepimizi ters köşeye yatırdılar, sürprize çarptık!

Meğer Sanço birkaç saat öncesinden öğrenmiş ama benim yeni doğmuş bebeklere bayılmadığımı bildiği için susmuş. Gidene kadar susmuş. Oysa ki ben yeni doğmuş bebek gibi algılamadım Mira'yı. Mira uslu mu uslu, akıllı mı akıllı masum bir bebek. Sevmemek olanaksız. Pozitif bir bebek. Uyuyor. Minik ağzıyla esniyor. Biberonundan sütünü içiyor... Olayın sosyal boyutunun önemini ise başka bir yazı konusu yaparım: Sevgi nedir? Sevgi emektir.

Talihi açık olsun, sağlıkla büyüsün. Beni de şaşırtan ilk insan olarak tarihe böyle yazılsın istedim. Hoşgeldin Sevgili Mira:) Maceraların buradan devam edecek...

21 Mart 2012 Çarşamba

Halk arasına karışmamalıyım: 2. işaret

Dün Kadıköy Belediyesi çokgen binasının karşısında otobüs durağı civarları. Yanımda Sanço... Minibüs beklerken dolanıyoruz. Karşımda bir anne kız. Anne 60 yaşlarında siyahlar giyinmiş, şişmanca bir kadın. Kızı 25-30 yaşlarında, uzun saçlı, kara suratlı birşey. Bu kız tam iki adım karşımdan geliyorken elindeki teneke Cola kutusunu yandaki çimenlerin üzerine rahatça fırlatıp attı. Gözlerime inanamadım bir an, biz bir ciklet kağıdını bile firlatıp atmayız, cebimize koyarız. Kaldı ki bu tip çöpleri atacak yer o anda bulamazsam yanımdaki torbaya filan koyarak taşıdığım da çoktur.

Durdum kızın karşısında ve "Napıyorsun sen, okumuş yazmış birisine de benziyorsun bir çöp kutusu bulamadın mi?!" Kız önce bir an anlayamadı sonra bir yandan minibüse doğru hızlıca annesiyle yürürken, bir yandan bana şöyle seslendi; "Sen at o zaman çöpe!"

Bu cevap karşısında ben donakaldım. İyi ki donakalmışım bir an. Yoksa arkasından koşup onu ensesinden yakalayıp o yere attığı kutuya doğru salak başını eğip öyle sımsıkı tutarak, dişlerimin arasından tıslayarak "Al bunu yerden!" demek geldi içimden! Psikopat gibi.

Yine baktım Sanço pek sakin. "Bunlardan çok var o kadar çok ki bunlar" dedi bana. Sonradan olayı anlattığımda sakinliği ve yumuşak at tekmelerini iyi bildiğim Julia da "La havle çek git oradan böyle durumda" dedi.

Dedim ya ben artık sokağa karışmamalıyım. Böyle birisinin ağzını burnunu kırmama ramak var!

FB - GS Derbisi Kadınlar Kuyruğunun Yüzsüzleri.

Sabahın 06.00'sında Şükrü Saraçoğlu Stadı yanındaki Biletix gişesinde girdiğim uzun kuyrukta anladım ki ben halk arasına karışmamalıyım artık. FB-GS derbisi için TFF'nin kadın ve çocuklara ücretsiz dağıttığı 531 biletten ikisinin sahibi olmak için Sanço ile beraber kuyruğa girdiğimizde önümüzde gece yarısından beri orada bulunduğunu belirten 200 kişi kadar vardı. Kafaları tek tek saydık ki boşuna mı sıra bekliyoruz anlayalim. Bu kuyruk her beş dakikada bir arkaya doğru katlanarak uzadı gitti. 10.15 gibi biletlerin dağılımına başlandığında araya kaynamaya çalışan yüzsüzlerin sayısı da hatırı sayılır şekilde artmıştı.

Bu kuyruğun %98'i kadınlardan oluşuyordu. Bunu yazdım çünkü bir erkekle kavga etmek fiziki kuvvetim açısından benim için imkansız ama bir hemcinsimi hedefe odaklanmış tek yumrukta yere serebilirim ve işte tehlike çanları da tam burada çalıyor!.. Kuyrukta geçirdiğimiz 4 saat boyunca önümüzdekilerle arkamizdakilerle ahbap olduk. Herkes bu şekilde önündekini ve arkasındakini tanıyordu.

Bilet dağıtımı başlamadan araya girmeye çalişan yüzsüz ve karaborsacı kılıklı teyzeleri, yüzsüzlük ve arsızlıkta sınır tanımayan genç kızları araya almamak için önce insan gibi konuşmayı denedik. Ama karşımda gördüğüm insan kitlesi, bugüne kadar benim tanımadığım ve bilmediğim bir insan güruhuydu! Yahu, sıraya girer hakkına sahip olursun, araya girmeyi denediysen ve yakalandıysan utanır ve kuyruğunu sıkıştırıp uzar gidersin oradan. Ama hayır bu insanlar bu şekilde yaratılmamış! Bunlar biz söylendikçe duymazdan gelen, kuyruğa geliş saatini sorduğumuzda tutarsız yanıtlar veren, gözlerimizin içine direkt bakamayan ve buna rağmen kuyrukta saatlerdir bekleyen insanların hakkını gaspetmeye çalışan, sadece cahil değil aynı zaman da kötü ve Allah'ın adaletinden bile korkmayan insanlardı.

O sırada güvenlik kuvvetleri etrafımızı sarmıştı, yolu kapatmışlardı. Kendilerince bir takım önlemler alarak izdihamı önlemeye çaılışıyorlardı belki. Ama biz sıraya kaynayanları dışarı çıkartmaları gerektiğini söylediğimizde hepsi "lord gibi havaya" bakıyordu. "Amirime söylemelisiniz" laflarından sonra amirlerini aradık orada değilmiş o anda. Yırtındık derdimizi anlatmak için, herkes önündekini arkasındakini tanıyor saptadıklarımızı dışarı alın dedik. Anlamadılar. Çok şaşırdım. O zaman dedik ki kendi kendimize kolkola girelim ve araya köşeden girmeye çalışanları içeri almayalım. Aksi halde kesin bir kavga patlayacak bizden biri bunlara fiziki olarak girişecek. Biz böye barikat kurunca 4 kişi kolkola bu defa elinde video kamerali sivil polis yanımıza gelip bize haksız olan bizmişiz gibi davranmaz mı! Yine anadilimizle izah ettik durumu, az önce onlardan yardım istediğimizi ama etmediklerini vs. Fakat cidden görevi sadece olayları tespit etmek gibi orada elinde kamera ile dikilen ve bence kuyruğa dışardan girenler kadar kelimeleri anlayışı gelişmemiş olan veya mesleki deformasyona uğramış olan polis memuru "siz böyle yapın yapın ki ben sizi çekeyim de görün" demez mi. Ve hikayenin tam burası benim bundan sonra artık halk arasına karışmamam gerektiğine inandığım ve cinlerimin tepeme bir anda çıktığı, haksızlığa hiç gelemediğim ve hakkımı karşımda kim olursa olsun yedirmeyeceğim noktadır! Polise doğru yaklaşıp bir kez daha ve bu kez en basit anlatımlı bir Türkçe ile az önce burada olanları, 155'i ile aradığmızı izah ettim. Ne korkacağım onun kamerasından! O esnada Sanço'nun kolu uzanıp montumun yakasından beni kuyruğa geri çekti!.. Burası benim için böyle bitti. Ama kuyruğa kaynayanların saçını başını yolan bazı kızlar da olmadı değil:) Akşam haberlerine konu bile oldular.

Saatler sonra bize sıra gelmeden biletler bitti ve kızlar ağlaya ağlaya kuyruktan çıktı. Sonra birisinden duydum ki görevlilerden birisi zarf içinde 10 bilet almış. ATV habercisine bunu gözleriyle gördüğünü söyleyen gencin "Bunu haber yapamam başım belaya girer" diye cevap alması ne ilginç değil mi. İyi ki o sahneyi gözüyle gören ben olmamışım iyi ki! Saatlerce orada beklemek, bir emek harcamak, önündeki insanları tek tek saymak ve ne kadar bilet alabileceklerini tahmin etmek ve sonra bilet alamadan dönmek. Ve en sonunda bunları duymak. Ben artık gerçekten halk arasına karışmamalıyım yoksa görevi benim için adaleti sağlamak zorunda olanların küstah tavırlarına, ve sıra bekleyeni enayi yerine koyan yüzsüz insanlara tahammül edemiyorum. Etmek zorunda da değilim.

Fenerbahçe Kulubu'ne de yazıklar olsun ki bu kadar kadın taraftarını haksızlıklara kurban etti. Bir özel güvenlik şirketi ayarlasa bu karmaşa ve haksızlıklar olamazdı. Gold Kart'ımı geri verirken bunların hepsini onlara da ileteceğim.

Bu durumda ben artık sokaktaki bazı insanların bu (tanımlaması akademik inceleme konusu olacak kadar) acayip hallerine dayanamıyorum.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Efendiler! Gençliğe Hitabe Ödevimizdir.

Efendiler! Gençlige Hitabe'yi ortadan kaldırmak ve ruhlardan silmek, dile getirmek kadar kolay olabilir mi?

O bizim için uyarı ve görev niteliği taşır. Bu nedenle önce Atatürk'e bağlı nesillerin yani 7'den 70'e her yaştan "Genç"in, hafızasının silinmesi, vicdanının nankörleştirilmesi, genetiğinin değiştirilmesi, beyninin iyice sulandırılması gerekir. Ama yine de içimize işlemiş çağdaşlık sevdasının tohumunun yok olacağı garanti edilemez.

Saygıdeğer Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda milletim için ve gelecekteki evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem kendimi bahtiyar sayacağım.

Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu sonucu, 'Türk gençliğine' emanet ediyorum.

Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK

3 Şubat 2012 Cuma

"VEFA"

Böyle bir resim dolaşıyor internette, konu bölümüne "Tabiat bile kime sarılacağını biliyor" yazmışlar. Aslında yazacak çok şey var ama hiçbirşey yazmadan bilerek susmak ve bu resmi gülümseyerek izlemek benim için en huzurlusu. Yazıp çizip cinlerimi tepeme çıkaracağıma, sakince "damarlarımdaki asil kan"ın akışını duyumsamak daha huzur verici...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Bundan sonra "kar sporu" ile ilişkim bu resimdekinden bir katre fazla olmasın diye elimden geleni yapacagım:) Son 2 günlük Kartalkaya macerasinda Füsun'un piste kaybolması, ertesi gün de lifini kopartarak İstanbul'a dönmemiz benim gibi acemi birisi için bir uyarı niteliği taşıyordu. Her düşüşümde kara yapıştim. Kiminde kayak ayağımdan çıktı kiminde çıkmadı. Çıkmayan düşüşlerimin sakatlığa davet anlamına geldiğini bildiğim için, vücudumun kalan parçalarını aldığım darbeye göre şekillendirip yere kurbağa gibi yapıştım. Kayağımın ayağımdan çıktığı zamanlarda ise kalkarken eğimi hesaplayarak kalkmama rağmen yine de kayağimin tekine kavuşmakta zorlandım. Bu hallerime dibimde şahit olan bizim Sanço ise sabrının sonuna geldi çok haklı olarak. Fusun ve "Body"si (Rehberimiz kimse yalnız kaymasın yanınızda bodyniz olsun dedi ya) beni kolay piste götürmek üzere önden yola çıktıklarında arkalarından Sanço ile süzülürken birden bire farkettim ki; önümde bir kaya, altımızda bolkarlı gömülesi bir zemin ve kayanın ardında boyut farklılığını algıladığım hava perspektifi! "Yahu!" dedim Sanço'ya avaz avaz sinirleri bozulmuş şekilde, "Burasının neresi kolay bu deminkinden daha zor ve aşağısı uçurum!" Evet nitekim birkaç kriz sonrasında aşağıdakilere kavuştuğumuzda "Pardon pistleri karıştırmışız burası zordu!" dediler bana bizim kızlar. Evet geçmiş ola. Aşağı gidişim kaymakla, takla atmak arası hareketlerle son buldu. Batonumu kendi kafama bile indirdim bir düşüşümde. Sanço bile orada kara saplanıp düştü. Bu kokunç deneyimin ardından vardığım sonuçlarım:
1) Bir daha asla kayak pistine uzak otelde kalma. Yıpranıyorsun.
2) Bir daha ayağına kayak takma yapamıyorsun işte. Paten gibi değil.
3) Bir daha sömine başında sıcak şarap filan iç lift parası vereceğine.
4) Yaz çocuğusun yazda kal:)

Sanço ise şu dersleri çkarmış:
1) Bir daha asla kayak pistine uzak otelde kalma.
2) Acemi birisi ile kayak yapma.

Son not: Fusun'u Burhan Uslu dizinden ameliyat edecek. Benim boynum incindi, yavaş yavaş geçecek. Sanço Eurosport'taki kayakçılar gibi muhteşem kayıyor ama body olarak mızmız ve korkak beni haketmiyor:)