29 Temmuz 2010 Perşembe

Kesintisizler...

Bu insanlar, yani benim taktığım isimle "Kesintisizler"; türüne çok sık rastlanmayan, ya da benim çevremde fazla olmayan insan tipleridir. Ben bu tarzı çok sevdiğimi, geçen gün arkadaşım Pomodoro ile telefonda konuşurken hatırladım.

Telefonu açtığımda sanki hiç kapatmamışız gibi, sanki ilk cümlesiyle bir soruma yanıt veriyormuş gibi konuşmaya başladığında ben gülmeye başladım. Çünkü Pomorodo bunun farkında değildi ama ben bu tarzı çok seviyordum. Doğrusu o ana dek bu tarzı sevdiğimi unutmuştum bile. Çünkü telefonda böyle konuşanlar o kadar az ki yakınımdakiler içinde, Fakat ben de böyleyim için için. Sanço, Julia, İnek... Sanırım en çok 5-6 kişidir bu tarz elemanlar... Tabii yeri de gelmeli. Anında akla birşey geldiğinde ararsan ve aradığın da telefonunu açarsa bu hazzı yaşarsın.

Aklıma her birşey geldiğinde arkadaşlarımdan birine sormak, aktarmak veya söylemek için telefonuma sarılışımı Julia "iletişim manyağısın sen" diyerek tanımlamıştı. Tek lüksümün Turkcell faturaları olduğunu söyleyerek bu cümleye karşılık veriyorum hep. Sigara içmediğime göre bu da benim bağımlılık masrafım sayılsın.

Ben de bu "Kesintisizler"den olduğumu biliyorum. Mümkün olsa hiç hal hatır sormadan, hatta cep telefonunun olmazsa olmaz görgüsü gereği "Müsait misin?" diye de sormadan, cumburlop konuya dalarak karşımdakini abandone edeceğim. Hoşuma gidiyor:)

Dün Pomodoro bu şekilde konuşmaya başladığı zaman bu nedenle gülmeye başladım. Çok hoştu bu yaaa!... Özellikle de Pomodoro gibi yaklaşık 30 yıllık arkadaşlarımla bunu yaşadığımı farkettim, bu bana hayatın küçük bir mutluluğu gibi geldi. Bu "Kesintisizlik" güzel birşey. Birisine telefon edip hiç başka birşey söyleden, sanki yanındaymışcasına birşeyler söylemek çok güzel birşey.

Telefonu açan daha "Alo" bile demeden, zaten ekranda senin numaranı görüp tanıdığından, hemen konuya dalıyorsun.
Konunun sıradışılığı oranında bundan aldığım zevk de artıyor. Alo'nun hikayesini de yazalım yeri gelmişken ve öyle bitirelim:

"Alo" sözcüğü, gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. A.Graham Bell'in sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo'ydu. Graham Bell telefonu icat edince ilk hattı sevgilisinin evine çekmişti. Atölyesinde telefon çalınca arayanın Allessandra Lolita Oswaldo'dan başkası olamayacağını bildiğinden Graham Bell, telefonu açar açmaz "Allessandra Lolita Oswaldo" diyordu. Bell, zamanla sevgilisine, adını kısaltarak hitap etmeye başladı ve telefonu her açışında onu "Ale Lolos" diye karşıladı. Çalışmaları uzadıkça Graham Bell, sevgilisinin adını daha da kısalttı ve öne iki heceli bir ad buldu. Bu kısa ad "Alo" idi.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Yazmanya Canavarı:)

Ehi pardon biraz uzak kaldık. Yazın çingene çocuğu gibi sokaklarda yaşamak arzumdandır. Gezip tozmaktan, kendi iç heyecanlarıma yeterince özen gösteremeyişimdendir.

Demin odamdaki bazı şeyleri IKEA'dan yeni aldığım karton kutulara istiflemeye çalışırken, eski bir günlüğümü buldum. Yıllar öncesine ait bir günlük. Ayaküzeri okumaya başladım ortasından bir yerinden. Kucağıma o dönemin konser biletleri, mektupları, Kızkulesi'nde bir yemek faturası gibi şeyler döküldü:)

O kadar aniden beni esir aldı ki o günlerin heyecanı, işi gücü bırakıp okumaya daldım. Hava karardı bir mum yaktım balkonda. Yemek saati geldi geçti bir küçük kırmızı Yakut açtım, biraz da peynirim vardı, acele attım bir tabağa ve devam ettim okumaya.

Okurken hayatımın o dönemi film şeridi bile değil, bir film gibi tüm ayrıntılarıyla gözlerimiin önünden geçti. 2001 krizinde topluca işten atılışımız, Julia ile arkadaşlığımızın ilk günleri, Behlül'ün 10 yaşındaki halleri, doğumgünümde gelen mesajlar, alınan hediyeler... Dönüm noktalarım. Arkadaşlarımın karı koca kavgaları, bitmek bilmez diş tedavilerim, neler neler... Elizabeth sen de kendini buraya eklemişsin hayranım olarak, bak bana doğumgünümde aldığın radyokontrollü tekneyi anımsar mısın? Hala duruyor, Koyun Adası'nda da sulara salmışlığım vardır. Pervaneleri biraz ya, minik yosunlar takılıyordu. İstersen gerçeğini alabilirsin bir ara:)

...

Şimdi herşeyin bu kadar dijital olmasından sanki çok hoşlanır gibi burada bunları yazmamın bir anlamı olabilir mi? Neden yine dolmakalemlerime ve beyaz defterlerime dönmüyorum ki ben?

Hem sonra bu dijital ortamda yazılanları kafam kızınca bir şöminede yakıp, elimde şarap kadehimle karşıdan bakamam ki.

İnatla Facebook dışında kalışıma rağmen, bu blog olayı da nedir böyle?

Hımm... Düşünmem lazım bunu:)

Bu günlüklerin toplamı 30 ciltten fazla. Ortaokuldan itibaren yazmışım. Sonra 6 ayda bir yazar oldum. Şimdi sadece yılbaşlarında genel bir analiz için yazıyorum.

....

Günlük yazmak dünyanın bana göre en zevkli işi. İşte 10 sene önceki yazıları okurken kendine ait bir filmi izlercesine mutlu olmak da cabası. Her ne kadar sevmediğim ağır Avrupa festival filmleri gibi (Ben iflah olmaz bir Hollywood'cuyum) trajedi, dram ve ağırlaştırılmış bölümleri varsa da sahiden böyle yaşanmış dönemler ancak yazmaya değer oluyor. Gerisi Hollywood efektleri gibi yazmaya değse bile tekrar okumaya değmez şeyler. Böyle de adilim yazdıklarıma.

....

Sezen'i de hala affetmiş değilim. Bu blogdaki tek gerçek isim Sezen Aksu'nun ismidir bilirsiniz. Ama hayatımı tekrar okurken eski gözdem Sezen'in şarkısı aklıma geldi "Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem. Yaşanan ne varsa hazinemdir. Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem. Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir" Heh bu kadar yetenekli insan, bu kadar hayranını bir tek sözüyle kaybetti. Zikri fikriydi çünkü ve biz o fikri sevemezdik. Biz temel ilkelerimize karşı olan fikirleri söyleyen kim olursa olsun sevemeyiz. Biz tüm hücreleri ile Atatürk'ün çocuklarıyız. Hücrelerimizin antenleri iyi çalışır.

...

Ah konu dağılmış yine... E dağılsın n'apıym. Sonuç; günlük yazalım arkadaşlar. Sanal ağlara bu kadar güvenmeyelim. mrb değil Merhaba yazmayı unutursak, önemsemezsek kaybımız çok ciddi şeyler olabilir. Demedi demeyin, bir insanın ana dili herşeyin temelidir.

22 Nisan 2010 Perşembe





Bugüne kadar ki en güzel Critical Mass
olacak 24 Nisandaki. Şu ana kadar 200'den fazla bisikletli kesin katılacağını belirtmiş durumda. Bir o kadar da karar verememiş olanlar var.

Niki'nin tekliflerine kanıp Bozcaada'da kalmaya devam etseydim bu olağanüstü keyfi kaçıracaktım az daha. Oysa benim yerim daima bisiklet aşıklarının yanı:)

Bu kadar insanın Bağdat Caddesi'nde hem de bu güzel havada yoğun araç trafiğinin tam ortasında bisiklet sürüyor olması cumartesi günü bazılarının hoşuna gitmeyecektir.

Ama onlar da bizim hoşumuza gitmiyorlar bazen. Bisikletlileri ciddiye almayı öğrenmeleri için her ay düzenli binen bu güzel topluluk 1. yıldönümünü kutluyor olacak. Her ayın son cumartesi günü hep aynı yerde ve aynı saatte toplandık. Yağmurda kimi zaman, kimi zaman bir sürü programı erteleyerek, kimi zaman başka şeylerden fedakarlık ederek oradaydık. Hepsine katıldım dersem yalan olur. Ama katılamayacağım durumlarda "Tühh o gün de Critical Mass var, hay allah!" dediğim çok oldu.

Yarın Sanço dişçisinde bir operasyon geçirecek ve ertesi gün CM'e katılacağını hayal ediyor. Oysa diş hekimi ona "Dinlen" diyecek ve dinlenmesi gerekecek. Biz zaten eş dost oldukça kalabalık olacağız Sanço dinlensin evinde. Bisiklete binmeyi yeni öğrenmiş sayılan ama kontrollü tempodan henüz bihaber olan Güneş Su ile ilgileneceğim zaten. Ona binmeyi ben öğrettim zaten. Şimdi geliştirme zamanı.

7 Mart 2010 Pazar

Rüyamda Sezen Aksu!

Olan oldu sonunda bu rüyayı da gördüm ya artık başka bir lafa gerek yok.
Bir ada motorundayız, çalgılı çengili bir seyahat belli ki. Ben beyaz bir pantalon ve üzerime de beyaz birşey giymişim ki kendimi bir deniz subayına benzettim. Çok havalıydım.

Birden O'nu gördüm dibimde bitti. Elinde bir mikrofonla en güzel eski şarkılarını seslendiriyordu. Saçları sarı ve kısaydı Minik Serçe'nin. Söylediği şarkıyı anımsamıyorum ama çok sevdiklerimdendi. Sonra Sezen birden önümde şow amaçlı diz çöktü ve kahverengi gözlerini gözlerime dikerek şarkısını söylemeye devam ederken ben istifimi bozmadım.

Teknede sol kolumu yasladığım ahşap kenardan kolumu bile çekmeden, vücudumu hiç doğrultmadan, önümde diz çöken Sezen'e acı acı bakarak gülümsedim ve aynen şu sözler döküldü ağzımdan; "Ah be Sezen, bu şarkını da seni de bir zamanlar ne kadar da çok severdim!.." İçimde bu acıyı hissederek söyledim. O da çok üzüldü çünkü o sırada teknedeki insanlar da homurdanmaya başladılar, "Evet, evet... Doğru söylüyor.." dediler. (Bilen bilir; Sezen, ben ve tüm çevrem için, içinde ne olduğunu bilmediği Kürt açılımında başbakanı desteklediğini açıkladığı gün bitti.)

Sonra baktım içerde Sezen gözyaşı döküyor çok üzgün. Ben de üzüldüm ama artık hiçbirşey ona olan özel hayranlığımı geri getiremezdi. Sonra uyandım. Ne ilginç rüya di mi:)))

19 Şubat 2010 Cuma

Sanço'nun yeni bisikleti Giant Deffy


Bizim Sanço kendine yeni bir bisiklet aldı yaşgününde. O'na bisiklet kaskı hediye etmiştim ama kafası smallmış meğer. Kaskı değiştirdik. Bisikletlere bakınmaya başladı. Aradığı öncelik hafiflik olduğu için bizim Kaçkar Bisiklet'teki çocukların fiyat/kalite/hafiflik paritelerinin karşılaştırması önerisiyle Giant Defy 2 modelini alıverdi. Benim Giant GRS tahminime göre 13 kg civarında iken Sanço'nun ki 8.5 kg ağırlığında. Muhteşem hafif birşey. Kaçkar'a uğradığımızda Yusuf'u gördüğüm anda hissettim bize yeni bir bisiklet satacağını:) Benimkini aldığımız gün de o vardı orada, insana planında yokken en ideal bisikleti satıveriyor Yusuf. Serkan da bir çok sorunumuzu çözüyor anında ama satışlarda (aslında Ortaköy şubesinde çalıştığı halde) Kızıltoprak'ta hep Yusuf'a denk geldik.

Vitesleri ve gidonu değiştirdik. Daha bir ergonomik şehir bisikletine çevirdik. İnanılmaz hafif ve hızlı bir sürüş bisikleti. Pedala dokundun mu uçuyor gidiyorsun. Durduğunda ise hiçbirşey hissetmeden pamuk gibi duruyorsun. Bir çuval para verdi ama değdi, şimdi O da aşık bisikletine:)

O'na güle güle kullan derken bu alışılmış sözün ardındaki anlamı da anlatmak için buraya yazmak istedim. Bir bisikleti güle güle kullan demek, o bisiklete bindiğinde hep mutlu ol demek. En mutsuz gününde bile kendini bisikletinle yola attığın zaman yüzün gülsün demek. O pedalları çevirirken hayatında ne olursa olsun için mutlulukla dolsun demek. Bir bisikleti güle güle kullan demek benim için böyle demek. Dünya yıkılsa, sevgililerimden ayrılsam, 3 ay ömrüm kaldığını duysam (bunu deneyimlemek istemem), en kızgın olduğum zamanlar olsa, en depressif günümde olsam... Yine de bisikletim benim mutlu eder. Güle güle kullanmak demek bu demek. Köpeğin beni bisiklet tepesinde ısırdığı gün bile mutluydum ben, içimden 'en keyifli sürüşüm bu' bile demiştim ısırılmadan az evvel:)

Bisiklette sağlıklı kalmaya devam etmek için bu şehirde/ülkede fosforlu renkler giymek, iyi bir bisiklet kaskı kullanmak, yerdeki çukurlara, pervasızca açılan araç kapılarına, geniş mazgal deliklerine dikkat etmek gerek. Sahilde piknik yapanların oynadığı toplara, üzerine atlayan köpeklere, bisiklet yolundaki kırık bira şişelerine, kolkola girerek bisiklet yolundan giden cahil cühelaya dikkat etmek demek.

Not: Sanço ve ben, bisiklet yolunda olduğunu önemsemeden (farketmeden değil) karşımızda yürüyenlerin üzerine doğru bisiklet sürerek intikamımızı alıyoruz. "Ay bisiklet yolunda mıydınız görmedim aaaa!" gibi:) yapıyoruz. Sanço "Ayy ayy ben acemiyim!" diyerek yolda S'ler çiziveriyor kıs kıs gülüyorum.

Biz yaşlı genç, küçük büyük bisikletlerde çok çok eğleniyoruz siz de eğlenin:))

17 Şubat 2010 Çarşamba

Turkcell, Ben ve Diger Operatörler!..

Sevgili Blogum,

Nedir benim bu "diğer operatör"lerden çektiğim senelerdir!.. Yıllar ve yıllar önce bir seçim hakkım vardı, 13 sene öncesinde ya Telsim ya Turkcell seçilirdi. Benim çevremde herkes Turkcelliydi. Ben de doğal olarak Turkcell ile başladım. Kazancımın iyi olduğu dönemlerde su gibi telefonla konuştum. Ama o dönemde bile "diğer operatör"lere sempatim olmadığından onları aramaktan hoşlanmadım. Benim için başka operatörleri seçenlerin toplumsal sınıfı hep farklıydı. O dönemler öyleydi. Rekabet ortamı yoktu, ben de Turkcell'e seve seve para kazandırıyordum. Ben kusursuz hizmet karşılığında bir değer ödüyordum ve bu benim hayat alışkanlığım için gayet normaldi. Bütçem kısıtlı olduğunda da, olmadığında da bu böyle. Bu 13 yıldır böyle. Turkcell sözkonusu iken onlara hep güvendim. Kurumsallıklarına, kalitesine, müşteriye önem vermesine güvendim.

Şimdi bu diğer operatör kullanıcıları içinde de hiç böyle markasına bağımlısını da tanımadım doğrusu. Reklamcılıkta Love Mark denir ki bende bu bazı iyi markalara karşı var olan birşey. Ben bu anlamda Adidas, Orkid, Mac, Wosvagenmarkalarına da bağlıyım.

Konuya dönmek gerekirse, iyi hizmet almak için bir bedel ödemek gerektiğine inanırım. Kendini geliştiren bazı markaların kesin liderliğine inanırım. Buna karşın en ufak bir hatada da o markayı bırakırım. (Bakınız: Sezen Aksu'yu terk edişim)

Turkcell'i de 13 yıla rağmen geçen yıllarda bırakmak üzereydim ki (Mustafa Filmi ile ilgili olaydan dolayı) sonra gerekli açıklamalar yapıldı da vazgeçmedim Turkcell'den.

Sonuçta piyasa değişti, rekabet canlandı. Vodafone geldi. Reklamlarına kulak kabartmadım değil, aptal değilim ben de baktım tabii. Ama yok hayır, iki kuruş için Turkcell'den ayrılmaya kesinlikle değmezdi. Daha az konuşurum param yoksa, bu kadar basit. Zaten zararlı birşey cep telefonu bilmeyen mi var, ne kaşınacağım ki.

Fakat gidenler oldu. Herkesin sebepleri kendine, gittiler. Mutlular mi bilemem. Ama ben onların gidişinde mutlu değilim. Çünkü kimi zaman operatörleri sinyal vermiyor, ya da ben duymuyorum. Yakınlarımdan birisi Turkcell'e geçmişti. Sonra oradan üçüncü operatöre geçmiş. Haberim yok. Hala Turkcell'de sandığım için aradığımda o malum sinyali de açıkcası duymadım. Bu durum bana bu ay 14 tl'lik fark attirdi faturamda. Avea'da uyarı sinyali yoktu diye iddia edebilirim ama etmiyorum, ben duymamışımdır belki diyorum.

Sonuçta şu önemli benim için sevgili bloğum; bundan yıllar öncesi gibi hala diğer operatörleri aramamak kararımdayım. Ve bu Turkcell'in suçu değil müşterisini elinde tutabilme başarısıdır bana göre:) Kendisini daima ileri götürebildiği için. Çizgisinden ödün vermediği için. Diğer markalarımda da böyle, teknoloji liderliği, müşteri memnuniyeti ve bunda süreklilik benim için önemli birşey. Kalitenin bedeli vardır.

15 Ocak 2010 Cuma

Çay demlemek...

Küçük notlar defterime şunu yazmışım; çay demlensin de nerede demlenirse demlensin.

Çay içebildiğim heryer benim için "ev" demek. Kimi zaman ince belli "Ajda" bardakta, kimi zaman bir ingiliz fincanında, kimi zaman bir metal saplı lipton bardağında... Kimi zaman bir plastik veya strafor bardakta ayaküstü... Ben neyin içinde içersem içeyim çay içmek benim içime sadece sıcak bir sıvı değil, sıcak duygular da dolduruyor:)

Bazen bir dostla derin konuşurken, bazen ayaküstü uğranmış bir dükkanda beklerken, bazen bir piknikte termostan akarken... Nerede olursa olsun çay içmek bana ev duygumu veriyor. Kendimi iyi hissettiriyor.

Avucumun içinde bazen elimi ısıtıyor, bazen sadece rengine bakmak bile hoşuma gidiyor.

Annemse benden daha deli, illaki demlendikten 10 dakika sonrasında içiyor ve yarım saat sonra o çayı, tenin maddesi açığa çıkmış diye sağlıksız bularak içmiyor. Bunu misafirlikte yapamaz tabii ama evde yapıyor. Bir çay demleme kavgasıdır gidiyor bazen. Benim demlediğimi beğenmeyip kendine yeni demliyor. Benimkini beğenmiyor çünkü bazen ben, önceden demlikteki çayı suyla nemlendirmek, alttaki suyun iyice kaynamasını beklemek gibi ritüellerle uğraşmıyorum. O ise hep sabırla uğraşıyor...

Çay törenlerimiz japonlarınki veya ingilizlerinki gibi olmasa da kendi içimizde hepimiz bir çay töreni yapıyoruz. milletçe hepimize iyi geliyor çay. Tamirhanede, şantiyede, ofiste, okulda... Heryerde:)